Blog
Vejetaryenliğin Şaşırtıcı Tarihi
Rivayete göre işte bu dönemlerde insanlar, başlangıçtaki kutsal planı bozarak diğer hayvanların etiyle beslenmeye başlarlar.
Yaren Kırdök - www.arkeofili.com
Vejetaryenizm dün ortaya çıkmadı. Yunan ve Romalı filozoflar hayvan haklarını savunmak amacıyla “yeşil bir diyeti” benimseyen ilk kişiler arasında yer alıyorlardı. Kimi zaman şiirlere konu olan kimi zaman imparatorların gazabına uğrayan vejetaryenlik hakkında daha çok bilgi sahibi olmanın zamanı geldi!
Başlangıçta barış vardı. Mutluluk çağıydı; kötülük, acı, ölüm yoktu. Yeryüzü o kadar verimliydi ki tüm canlıların yaşamasını sağlıyordu ve ne hayvanlar ne de insanlar başka şeylerin etiyle ziyafet çekme ihtiyacı duyuyordu.
Bu “Altın Çağ” miti, çeşitli mitolojilerde farklı isimler altında betimleniyor. En erken tasvirlerden biri, MÖ 8. yüzyıla dayanıyor; Yunan şair Hesiodos,Works and Days(İşler ve Günler) adlı şiirinde ölümlülerin ilk ırkının gelişme dönemini anlatıyor.
Hesiodos bu dönemi, Uranüs (Gök) ile Gaia’nın (Yer) oğlu olan Kronos’un hükümdarlığıyla ilişkilendirir. Uranüs ile Gaia’nın çocukları olan Titanların düşüşü ile birlikte Altın Çağ aniden son bulur ve insanlık, hırs ve şiddetin esiri olur. Zeus’un yükselişini şu günah dolu günler izler: Bronz Çağı ile ondan sonra gelen ve Hesiodos tarafından en düşük uygarlık derecesi olarak kabul edilen modern dönem olan Demir Çağı.
Rivayete göre işte bu dönemlerde insanlar, başlangıçtaki kutsal planı bozarak diğer hayvanların etiyle beslenmeye başlarlar.
Hayvan etiği, nispeten yakın zamanlı bir tartışma alanı gibi görünebilir. Fakat hayvanların ahlaki bakış açısıyla değerlendirilmesi ve insanların onlara nasıl davranmaları gerektiğine dair tartışmalar, ilk çağların başlarına dayanıyor. Hesiodos’un şiiri, insanların diğer hiçbir canlı yaratığın elde demediği kutsal adalet hediyesine eriştiğini iddia ederek felsefi düzlemde insanlar ile hayvanları farklı değerlendiren ilk Yunan girişimi olma özelliğini taşıyor. 3. yüzyıl filozofu Porfirios,On Abstinence From Animal Food(Hayvansal Gıdalardan Uzak Durma Üzerine) adlı eserinde hayvanların katledilmesi ile birlikte dünyanın savaş ve adaletsizlik ile tanıştığını belirtiyor.
Porfirios, hem ruhsal hem etik zeminlerde -günümüzde adlandırdığımız üzere- hayvan hakları ve vejetaryenizm savunucusuydu. Yeni Platoncu filozof, hayvanların bilinçli olduğuna, farklı durumları değerlendirebildiğine, hafızaya sahip olduğuna, plan yapabiliğine ve iletişim kurabildiğine inanıyordu. Bir hayvanı öldürmenin kişiyi, ulaşmayı arzulaması gereken önemli ruhsal süreçten saptıracağını ileri sürüyordu. Dahası, et tüketilince vücudun ahlaksız ve sağlıksız hale geldiğini ve bunun da obeziteye neden olduğunu düşünüyordu. (Görünüşe göre obezite, o zamanlarda da günümüzdeki kadar istenmeyen bir durummuş.)
Fakat daha önemlisi Porfirios, zararsız bir hayvanı öldürmenin bir insanın canını almaktan hiçbir farkı olmadığını savunuyordu; böylece bir hayvanın yaşamının bir insanın yaşamıyla eşit olduğunu -en azından yazılı olarak- belirten ilk kişi haline geldi.
Bu manzara, günümüzde hayvan yaşamının değerini konu alan felsefi tartışmalarla oldukça uyumlu. İnsan-hayvan ilişkileri konusunda en saygı duyulan ahlak felsefecilerinden biri olan Harvard Üniversitesi Profesörü Christine Korsgaard, “Birçok hayvan hakları taraftarı bile insan yaşamının hayvan yaşamından daha değerli ya da önemli olduğuna inanıyor. Ben kendim insanların hayvanlardan daha önemli veya değerli olduğunu düşünmüyorum fakat bizim yaşamlarımız bizim için onların yaşamlarının onlar için ifade ettiğinden daha çok önem ifade ediyor olabilir. Bu, ikisinin arasında kararsız olduğum iki görüşten biri.” diyor. “Bunun karşıtı olan diğer görüş ise şu: Herhangi bir canlıdan yaşamını çekip aldığınızda temelde o canlı için önemli olan her şeyi çekip almış olursunuz ve bir canlının ‘her şeyi’, başka bir canlının ‘her şeyi’nden daha fazla olamaz.”
Erken Vejetaryen Pisagor’u Selamlayın!
Bilinen ilk hayvan hakları ve vejetaryenizm savunucusu, aynı zamanda kendisini “filozof” ya da “bilgelik aşığı” olarak adlandırılan ilk insan olan ve MÖ 6. yüzyılda yaşayan Büyük Pisagor’du. Günümüzde çocuklar, onun dik üçgen teoremini öğreniyorlar fakat bu matematikçi aynı zamanda Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve Ay’ın yüzeyinin Güneş ışığını yansıttığı için parladığını da ortaya atan ilk kişiydi. Kendisine o kadar olağanüstü bir saygı duyuluyordu ki bazıları onun -yakışıklılığından dolayı- Apollon’un oğlu ve güçlü Zeus’un torunu olduğuna inanıyordu. Pisagor yalnızca teorileri ile değil aynı zamanda modaya dair seçimleri ile de ünlüydü; pantolon ile beyaz elbise giyiyordu ki bu, o zamana göre oldukça gösterişli bir seçimdi.
“Vejetaryen” kelimesi “et yememek” ile eş anlamlı hale gelmeden önce bir kişinin vejetaryen olduğunu anlatmak için “Pisagor diyeti” ifadesi kullanılıyordu.
Yine de Pisagor’a göre etsiz beslenmenin hayvanların iyiliğiyle pek de ilgisi yoktu. Onun itici gücü, ölüm anında ruhun başka bir vücuda göç edip yerleştiğine dair inanç olan “ruh göçü”ydü (metempsikoz). İnsan böyle bir bilgiyi öğrendikten sonra ete nasıl dokunabilirdi ki? Sokrates öncesi Yunan filozoflardan biri olan Empedokles gibi bazıları, et yeme eylemini yamyamlık ile bir tutacak kadar ileri gitmişlerdi.
Budizm taraftarlarının aksine Pisagor, reenkarnasyonu, kötülerin cezalandırılma veya iyilerin ödüllendirilme biçimi olarak görmüyordu. Ona göre reenkarnasyon; deneyimin, ilimin ve bilginin devam etmesiydi. (Pisagor’un reenkarnasyon görüşü tüm ihtiyaçları karşılayan cinstendi.)
Görünüşe göre tesadüf diye bir şey olmadığı için Pisagor’un öğretilerinin Büyük Buda ve Mahavira gibi ünlü çağdaşlarından “esinlenilmiş” olmadığını söylemek saflık olur.
Bununla birlikte Pisagor’un et yemeyi reddetmesinin ardında felsefe temelli etik düşünceler yer alıyordu. Ona göre insan ruhu üç durumdan oluşuyordu: zeka, tutku ve akıl yürütme. Hayvanların hem zekaya hem tutkuya (bilinçlilik için gereken ögeler) sahip olduğu görülüyordu ve bu nedenle onlara kötü muamele edilmesi ahlak dışı olarak değerlendiriliyordu.
Pisagor’un tutkulu hayvan sağlığı “kampanya”sına ve etobur rejimleri kınamasına karşın et tüketimi yaygınlaştı. Öğretileri, felsefi anlamda elitistti; tarihsel vejetaryenizmi entelektüellerin sahası olarak ele alıyordu.
Bu noktada Pisagor’un ilgi alanının insan-hayvan ilişkileri ile sınırlı olmadığını eklemekte fayda var. Pisagor aynı zamanda en erken çevre ahlakı destekçilerinden biriydi; öğrencilerine yalnızca gereken bitkileri kullanmalarını öğütlüyordu. Mevcut aşırı tüketim, ormansızlaştırma ve iklim değişikliği durumumuzu öngörmemiş olsa da o zamanlar yaygın olan antik ölçülülük doktrinini savunuyordu.
Etçil Caligula Faktörü
Pisagor’un öğretileri, diğer büyük düşünürleri kendi ahlaki anlayışlarını sorgulamaya itti. Romalı Stoacı filozoflardan biri olan Seneca, et yemeyi bıraktı fakat yeme alışkanlıklarını saklamaya zorlanıyordu ve zamanla bu durum kraliyette şüphe uyandırdığı için vejetaryenlikten vazgeçti.
Eğer imparatorunuz zalimliğin vücut bulmuş hali olan Caligula’ysa sebze felsefenizi bir kenara bırakmayı düşünebilirsiniz.
Buna rağmen Seneca, vahşi hayvanları eğitmenin ve kanlı venatioların (hayvanlar ile onları avlayan insanlar arasında gerçekleşen hayvan dövüşleri) zalimliğini şiddetli bir şekilde kınadı. Bunlar genellikle “Roma hakimiyeti ve adaleti” kavramını pekiştirmek amacıyla ritüelleştirilen gösterilerdi. Hayvan dövüşleri o kadar popülerdi ki imparatorluğun uzak köşelerinde sergilenmeleri ve katledilmelerini izlemek için gelen insanlara heyecan verecek vahşi ve tuhaf hayvanlar aranıyordu. Kadro fazlasıyla egzotikti: aslanlar, panterler, sırtlanlar, ayılar, timsahlar, zebralar, filler, hipopotamlar…
Kıyımın büyüklüğü muazzamdı. Antik kaynakların aktardığına göre Kolezyum’un açılış törenindeki oyunlarda İmparator Titus, 9.000 adet hayvanın sergilendiği ve katledildiği sırada 100 günlük bir “ekmek ve sirk” düzenledi. (“Ekmek ve sirk” kavramı, imparatorluktaki şehirlerin nüfusunu artırmak için halkın temel gıda maddelerinin karşılanması ve halkı eğlendirecek etkinliklerin düzenlenmesini ifade ediyor.)
Kırk yıl sonra Savaşçı İmparator Trajan, aynı mantığı takip ederek 11.000 vahşi hayvanın dahil olduğu 123 günlük oyunlar düzenleyerek yeni bir rekor kırdı. Tutarsız bir imparator olan Commodus gibi daha sonraki bazı imparatorlar, kan gösterilerini daha da kanlı ve rahatsız edici hale getirecek “yaratıcı” teknikler geliştirdiler. Commodus’un yarım ay şeklindeki okları deve kuşlarının kafalarının yavaşça kesilmesini sağlıyor, arenada koşuşturan kafası kesik kuşlardan oluşan büyük bir gösteri oluşturuyordu.
Şimdi hayvan tüketimine geri dönelim: Yeşil bir beslenme düzenini benimseyen ve hayvan dövüşlerine karşı çıkan bir diğer büyük düşünür de Platoncu Yunan filozof Plutarkhos’tu. Kendine saygı duyan diğer tüm aktivistler gibi Plutarkhos da vejetaryenizm lehine birkaç makale yazarak hayvanların saygıyı hak eden akıl sahibi varlıklar olduğunu ileri sürdü.On the Eating of Flesh(Et Yemek Üzerine) adlı makalesinde insan sindirim sisteminin eti sindirmekte yetersiz olduğunu ve insanların pençeleri ile uzun sivri dişleri olmadığından etçil bir diyetin uygun olmadığını savundu. Korsgaard Plutarkhos’un bu görüşünü şöyle yorumluyor: “İnsanların eti sindirmekte ‘yetersiz’ olmadığı bilimsel olarak fazlasıyla açık. Asıl soru ise vejetaryen veya vegan olma ‘kabiliyetimizin’ olup olmadığı ki bu da aynı şekilde fazlasıyla açık ve net. Birçok kişi gibi ben de vegan olmayı başarabiliyorsak vegan olmamız gerektiğini düşünüyorum.”
Vejetaryenizmin Neden Başarılı Olamadığına Dair Kısa Bir Özet
Peki antik dünyada popülasyonun büyük çoğunluğu hayvanları yiyemeyecek kadar fakirken ve dolayısıyla vejetaryen bir diyete mahkum olmuşken et tüketimi neden varlığını sürdürmeye devam etti?
Tarihte genelde et, hem az bulunurdu hem de pahalıydı; yalnızca çok az kişi tarafından tadı çıkarılan bir lükstü. Şehir hayatına alışan bizHomo sapiens’ler için bu, kulağa arkaik ve uzak geliyor: Et hemen hemen her yerde. Et, günümüz “avcıları” için ulaşılabilir en yaygın ürünlerden biri haline geldi; plastiğe sarılı bir biçimde süpermarket raflarından alınmayı bekliyor.
Önceden Antik Yunanistan’da -tıpkı diğer kültürlerde olduğu gibi- et, dini uygulamalara derinden gömülüydü. Sıradan vatandaşlar dini festivaller sırasında “kendilerini şımartma” fırsatı buluyorlardı. Kurban etine hayır demek, şehir devleti (polis) sistemindeki tanrıların iradesini kabul etmemekle aynı anlama geliyordu. Bir kişi, hem bilge ama kolayca sinirlenen Zeus şerefine düzenlenen Olimpiyat Oyunlarıyla hem de Yunan ruhuyla bağlantılı olan bir şeyi nasıl reddedebilirdi? Yunan atletleri tutku ve saygı nesneleriydi.
Modern okuyucuya şaşırtıcı gelebilir fakat en çok saygı duyulan tarihi kişiliklerden biri de Crotonlu Obur Milo’ydu.
Milo’nun gücü efsaneviydi. Bazı kayıtlara göre bu güreşçi, kaslarını, her gün 9 kilogram et, onun kadar ekmek ve üç sürahi şarap içerek geliştiriyordu. Eğer bu gerçekse Milo’nun günlük kalori alımı 50.000 kaloriyi aşıyor olmalı ve Milo, son evre karaciğer rahatsızlığından muzdarip olmalıydı.
Yunanlar temelde “yediğin ne ise, sen osun” kavramına inanıyordu. Bir porsiyon bülbül görünüşe göre uykusuzluğun çaresiydi ve yaban domuzu yemenin atletleri daha güçlü yapacağı düşünülüyordu.
Bu faydacı bakış açısına, hayvanların iyiliğinin ilk savunucuları gibi çoğu çağdaş filozof tarafından da karşı çıkılıyor. “Belli başlı varlık gruplarının diğerleri için var olduğu fikri fazlasıyla tehlikeli. Farklı ten renklerine sahip insanlar veya ‘üçüncü dünya ülkeleri’nde yaşayan insanlar, gelişmiş milletlerden beyaz insanlara iş gücü sağlama amacını taşımıyor; kadınlar, erkekler için evi çekip çevirmek zorunda değil; hayvanlar insanlar için besin, organ ve deneysel nesne sağlamakla yükümlü değil.” diyor Korsgaard. “Her varlığın yaşamı o varlığın kendisi için değerlidir; diğerlerinin ondan sağladığı fayda bu değeri değiştiremez.”
Tel Aviv Üniversitesi’nden Profesör Ran Barkai tarafından ileri sürülen birleştirilmiş yeni insan evrimi teorisi, ete duyduğumuz iştahın otoritelerden korkmaktan veya gurmelere hayranlık duymaktan daha farklı şeylerden kaynaklandığını ortaya atıyor.
En basit şekliyle Barkai, mutfağa giren ilk insan olanHomo erectus’tan (Görünüşe göre pişirme 2 milyon yıl önceye dayanıyor olabilir.) başlamak üzereHomosoy çizgisinin süper-avcı haline geldiğini ve büyük oranda etoburlaştığını düşünüyor. Kediler kadar çok yağsız et sindiremesek de o zamana göre lezzetli olan hayvansal yağa iştahımız arttı ve bunun sonucu olarak kalın yağ katmanlarına sahip megafauna bizim için özel bir önem kazandı. Megafauna -genellikle bizim yüzümüzden- yok oldukça daha da küçük hayvanları yemek zorunda kaldık ve en sonunda diğer elverişli besinlerden yoksun kaldık; Son Buzul Çağı’ndan sonra iklim koşulları daha normal hale geldiğinde de tarım ve hayvancılığı geliştirdik.
Fakat geçmiş, geçmişte kaldı; şimdi daha başka bir zaman. Mevcut evrim durumumuzda insanlar hayvanlara “besin maddesi” olarak değil “düşünce kaynağı” olarak bakmalı.
Haaretz. 25 Ocak 2022.
Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >