Blog

Eyl10

Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok

Kategori: Arkeoloji ve Sanat Haberleri  |  Yorum: 0 yorum

etiketler  arkeolojinezih başgelenarkeoloji ve sanat dergisiarkeoloji sanat yayınlarıkuruluş öyküsü



Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok

Nezih Başgelen sıra dışı bir şahsiyet. Arkeolog, araştırmacı, yazar, yayıncı. Daha 1960’lı yıllarda, çocuk yaşlarda sahiplendiği “kültür insanı” kimliği, neredeyse elli yıldır durup dinlenmeden çalışmasını gerektirmiş.

Eylül 2022
Söyleşi: Ayşe Adlı
Arşiv: Nezih Başgelen
Fotoğraflar: Bahtiyar İstekli
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.

Nezih Başgelen sıra dışı bir şahsiyet. Arkeolog, araştırmacı, yazar, yayıncı. Daha 1960’lı yıllarda, çocuk yaşlarda sahiplendiği “kültür insanı” kimliği, neredeyse elli yıldır durup dinlenmeden çalışmasını gerektirmiş. On beş yaşında dergi yazarı, lise yıllarında gönüllü müze çalışanı olmuş. Cep harçlıklarıyla aldığı fotoğraf makinasıyla İstanbul’u ve pek çok Anadolu şehrini sokak sokak fotoğraflamış. Çocukluk hayali olan arkeoloji eğitimine başladıktan sonra da tek kişilik bir seferberlik ilan etmiş adeta. Yirmi yaşında Türkiye’nin ilk popüler arkeoloji dergisini çıkarmış. Kazılara gitmiş, sayısı binlerle ifade edilebilecek rapor ve kitap yayınlamış bugüne dek. Arkeoloji Sanat Dergisi ve Arkeoloji Sanat Yayınları kurucusu, yayıncı, araştırmacı ve kültür insanı Nezih Başgelen’in hayatı, bir insanın tek başına ne kadar büyük bir fark yaratabileceğinin somut örneği…

Çocukluğunuz nasıl bir çevrede geçti?

1958’de, Cerrahpaşa ile Haseki arasında, Suriçi İstanbulu’nun karakteristik mahallelerinden birinde, iki katlı ahşap bir evde doğmuşum. Babam Mili Savunma Bakanlığı nam ve hesabına okumuş Kara Kuvvetleri’nde, Muhabere Sınıfı’nda mecburi hizmetini tamamladıktan sonra Devlet Hava Meydanları’nda göreve başlamış. Marshall yardımlarıyla Yeşilköy Havaalanı yeniden ele alındığı süreçte Elektronik Kısım Şefi olarak Yeşilköy Havaalanı’nda işe başlamış. Yeşilköy Havaalanında çalışacak yöneticiler ve uzman personel için lojmanlar inşa edildiğinde ilkokul öncesinde aile olarak Suriçi’nden Yeşilköy’e o lojmana taşınmışız.
â
[ [Nezih Başgelen kız kardeşi ile 23 Nisan töreninde]

Aileniz İstanbulluydu mu?

Hayır, Edirneli. Ama bugünkü İstanbullulara göre İstanbul’un hayli eski sakinlerinden sayılırlardı. Babaannemin babası Hafız Galip Efendi, Selimiye Camii’nin baş imamıymış. Alim bir adam. Babaannemi Rüştiye’ye göndermiş ve oradan muallime olarak diploma aldırmış. Balkan harbinde Edirne Bulgarlarca işgal edilmeden babaannemi tek başına İstanbul’a göndermişler. Ailenin erkekleri Edirne’de kalmış. Babaannemin kardeşlerinden Fuat, tıbbiyede öğrenciymiş. Çanakkale Savaşı’na gitmiş. Yaralanmış, tedavi için dönmüş fakat biraz iyileşince arkadaşlarının yanına, cepheye dönmeyi tercih etmiş. Gittikten sonra bir daha haber alınamamış. Babaannemin ömrü boyunca onun için ağladığına şahidim. Babaannemin anne tarafı da Rumelili. Ailenin uzak geçmişinde nakkaşlar var. Babam Edirne’deki Eski Camii’ye ve diğer anıtlara birlikte gittiğimizde dedelerimizin iç mekandaki kalemişlerini yerleriyle gösterirdi. Kendisi de çok iyi çizim yapardı. Emeklilik yıllarında Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar pek çok mimari eserin bünyesinde yer alan motiflerin, işlemelerin geometrik çizimlerini yaptı. İstanbul’daki hısım akrabalarımız Davutpaşa’dan Haseki’ye, oradan Vefa’ya uzanan bir hatta otururlardı. Bu yüzden, Yeşilköy’e taşındıktan sonra da sık sık Cerrahpaşa’ya gidip geldik. O geleneksel eski mahallelerin dünyası beni müthiş etkilemiştir.

Sizi etkileyen neydi?

Eski İstanbul’un kültürel dokusunu ve yaşam değerlerini koruyan bir atmosfer vardı. İnsanlar mallarını ve mülklerini büyük oranda yitirmişti ama gelenek ve göreneklerini korumaktan taviz vermemişlerdi. Görüp geçirmiş, tecrübeli, sıcak kanlı, sevecen yaşlıların yaşadığı bir semtti Cerrahpaşa. Trenle gidip gelirken Yedikule’yi Altı Kapı’yı, kapıları adeta birer sanat eseri olan eski evleri görüyordum. Alışveriş zamanı o tren bizi Sirkeci’ye götürüyordu. Oradan Kapalı Çarşı’ya çıkıyorduk. Bayram ziyaretlerinde, okul tatillerinde Vefa’dan Kurtuluş’a, Eyüp Sultan’dan Üsküdar’a, Kadıköy’den Adalar’a gidip gelirken, plajları, Boğaziçi köylerini, bugün hayali bir dünya gibi anlatılan eski İstanbul atmosferini izliyordum. O dünyadan kalan pitoresk köşeler, onlarla özdeşleşmiş esnaf, eski İstanbul’un halen yaşayan ahşap mekanları büyülüyordu beni.

Bu zenginliği fark etmeye başladığınızda kaç yaşlarındasınız?

Beş buçuk altı civarı. Çok meraklı bir çocuktum. Her şeyi sorgulardım. Soruları cevap bulmak için büyüklerime soruyor, kütüphanelere gidiyordum. Bu merak yüzünden bahçede gördüğüm böceklerden kuş cinslerine pek çok hayvanın Latince isimlerini öğrenmiştim daha o zamanlar.

Sorularınıza aile içinde cevap alabiliyor muydunuz?

En büyük şanslarımdan biri 1894 doğumlu babaannemdi. Abdülhamid ve Sultan Reşad dönemini, Cumhuriyet’e geçişi, 1930’ları, 40’ları, 50’leri çeşitli boyutlarda yaşamıştı. Bugün Osmanlıca dediğimiz, Eski Türkçe’yi çok iyi bilirdi. Ben sürekli sorardım, o da bıkmadan usanmadan cevaplardı. Hafızası güçlüydü. Yaşadığı hemen her şeyi çok canlı hatırlıyordu. 1976’da anılarını anlattırıp alabildiğim kadarıyla teybe kaydettim. Ağlaya ağlaya anlatmıştı. Balkan harbinde genç bir kız olarak gelmişti İstanbul’a. Babası Hafız Galip Efendi Edirne’nin Yunan işgali sırasında askerler Edirne’nin ileri gelenlerini toplayıp gemiyle Delos adasına sürgüne götürürken o gemide vefat etmiş. Cenazesi denize atılmış. Bu durumu aynı kafilede olan Haşim İşcan esaret dönüşü bizzat gelip aileye anlatmış.

Kitaplarla ne zaman tanıştınız?

Okumayı öğrenir öğrenmez. Babam tarihe meraklıydı. Servet İskit’in çıkardığı Resimli Tarih Ansiklopedisi’ne aboneydi. 1964’te çıkmaya başladıktan sonra Hayat Tarih mecmuası mutlaka alınıyordu. Her yeni sayısını satır satır okuyorum. O yıllarda çok güzel dergiler çıkıyordu. İlkokulda başarılı bir öğrenciydim. Ailenin ilk erkek çocuklarından biriyim. Öyle olunca da el üstünde tutuluyorsunuz. Babaannem üç aylığını alınca mutlaka bana da bir pay ayırırdı. Teyzelerim öğretmendi, onlar da her gelişlerinde kitap getirirlerdi. Eş dost ve tanıdıklar yılbaşı ve bayramlarda çok güzel kartlar gönderirlerdi. Kartpostal koleksiyonuna onları biriktirerek başladım.

Arkeoloji merakı ne kadar geriye gidiyor?

Ortanca teyzem ilkokula başladığım sene öğretmen okulundan mezun oldu ve Fethiye’ye atandı. Evlendikten sonra Fethiye depreminde yıkılan evlerin yerine yapılan iki katlı konutlarda oturdular. 1968-69 yazında onları ziyarete gittik. Resmen bir arkeoloji cennetiydi Fethiye. Yeni sünnet olmuştum, küçük bir fotoğraf makinesi hediye etmişlerdi. Her gördüğüm kalıntının fotoğrafını çektim o yaz. Teyzemler ve diğer öğretmen arkadaşları evlerinde iyi sayılabilecek kütüphaneler oluşturmuşlardı. Kroniklerden Osmanlı Tarihi’ne, Varlık Yayınları’nın kitaplarına dek aklınıza ne geliyorsa vardı. İlyada’yı ilk defa o zaman okudum. Bir taraftan geziyor bir taraftan okuyordum. Evin arka tarafında, çevreye hakim kayalığın ortasında Amintas’ın görkemli kaya mezarı vardı. Meraklı bir arkadaşım da vardı, gidip gün batımında fotoğraf çekerdik; harabeler, lahitler… Orada Likya’ya has arkeoloji dünyasının ne denli zengin ve karakteristik olduğunun farkına vardım. Buralarda kim ne zaman yaşamış? Kocaman kaya mezarlarını, kaleleri, anıtsal lahitleri kim, niye yaptırmış? Kaleköy neden terkedilmiş? Bu sorular uçuşuyordu kafamda. Soruyorum da etrafımdakilere. “Çocuktur, unutur.” diyorlardı. Birkaç yaz daha gittik. İlkokulu bitirdiğim yaz, kültür dünyasının içinde bir iş bulup “çalışacağım” dedim.

​

[ [Tanrılar Dağı Nemrut kitabını hazırlarken Nemrut’ta]

Ne iş yapacaktınız?

Ne bulursam. Annem bu ısrarım karşısında endişelendi, itiraz etti. Babam destekledi Allah’tan. Yeşilyurt’ta alışveriş yaptığım kitapçıya çalışmak istediğimi söyleyince, beni Babıali’ye yönlendirdi. O yıllarda Meydan Larousse yeni yayınlanmaya başlamıştı. Fasikülleri dağıtacak eleman arıyorlardı. Orada çalışmaya başladım. Listeyi veriyorlar; adreslere gidip sipariş alıyorum, istedikleri kadar yayın bırakıyorum. Bu vesile ile Bakırköy’den Nişantaşı’na kadar geniş bir bölgeyi dolaşıyordum. Bir gün baktım, depo sorumlusu sıkıntılı. İnsanlar tatile gittiğinden çok iade varmış. Haftalıkla çalışıyorum o sıralar. “Müşteri bulursam satıştan bana pay verir misin?” dedim. Bacak kadar çocuğum daha, şaşırmıştır herhalde! Ama “Tamam!” dedi. Fasikülleri götürdüğüm yerlerden eksik sayılar olduğunu, müşterilerin zaman zaman bunları talep ettiğini öğrenmiştim. Kapılara eksik sayıları nereden isteyeceklerini belirten duyurular astık. Okul arkadaşlarıma duyurdum. O dönemde herkes bu ansiklopediyi almaya çalışıyordu. Böylelikle depoda biriken iadelerin tamamına yakınını eritebildik. Haftalığımın yanında iyi de bir bonus kazandım. Bu arada Babıali’yi de iyice öğrendim. Ne, nereden alınıyor nereye kaça satılıyor biliyorum. O bilgiyle orta okula başladım. Aykut Barka’nın annesi Mualla Hanım hem matematik hem ticaret hocamızdı.

Hangi okul?

Yeşilköy Ortaokulu. Okulda kooperatif vardı, oraya gittim. Ticaret dersinde defter tutmayı öğretiyorlar. “Bu dersi pratik görmemiz daha yararlı olmaz mı?” dedim ve kooperatifi çalıştırmayı önerdim. Ticaret hocam ‘hayır’ demedi. Arkadaşları da organize ettim. Hocalardan kitap listelerini, hangi sınıfın kaç kitaba ihtiyacı olduğu bilgisini alıyoruz. Cağaloğlu’ndan kitapları temin edip faturaları deftere işliyoruz. Hem kooperatife hem bu işle ilgilenen öğrencilere para kalıyor. Bir müddet sonra aileme ihtiyaç duymadan ihtiyaçlarımı karşılamaya başladım. Aynı dönemde Arkeoloji Müzesi’ni keşfettim. Muazzam bir dünya. Ama sergilenen eserlerin yanına sadece küçücük bir etiket koymuşlar, başka bilgi yok. Müze kütüphanesine gidip merak ettiğim eserler konusunda aradığım cevapları kitaplarda bulmaya çalışıyordum. Okumakla kalmadım, bir süre sonra yazmaya da başladım. 1973’te Hayat Mecmuası’na “Küçük Araştırmacının Marifetleri” başlığıyla haber yaptılar beni.

[ [Nezih Başgelen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde]

İşler nasıl o noktaya geldi?

Halamın kocası istihkam subayıydı. İkinci Şark hizmeti için Kars’a gitmişlerdi. 1971 yılı yazının bir kısmını Kars’ta halamın yanında geçirdim. Tam Kars kalesinin eteğinde bir evde oturuyorlardı. Kapıdan çıkıyorsun, karşıda Havariler Kilisesi olarak inşa edilen yapının içinde Kars Arkeoloji Müzesi var. Müze Müdürü Hacı Bey, eniştemin yakından tanıdığı, muhterem bir insan. Sabah kapı açılır açılmaz soluğu müzede alıyorum. Memurlara tembih edilmiş, yakından ilgileniyorlar. Müze görevlileri düzenli olarak jeeple Ani Harabeleri’ne gidip gelirlerdi. Hacı Bey eniştemden izinle beni de Ani’ye götürmüştü. Anıtlara, tarihi eserlere, şehrin konumuna hayran olmuştum. İstanbul’a döndüm, Ani Harabeleri konusunda ne bulduysam okudum. Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi, memur gibi sabah saatlerinde gidip akşama kadar çalıştığım bir yerdi. Hacı Bey’le de kent tarihi konusunda yazışıyorduk. Sonra oturdum, kendi ölçülerimde derleyebildiğim bir Ani monografisi hazırladım. El yazısı ile tabi, daktilo falan yok!

Neden yazmaya gerek gördünüz?

Çünkü bölgeyle ilgili Türkçe bilgi çok azdı. O kadar etkilenmiştim ki bulabildiğim bilgileri derleyerek bir rehber hazırlamaya çalıştım. 1972’den itibaren de İstanbul’un yakın çevresinden ve tanıdıklarımızın olduğu tarihi şehirlerden başlayarak kendi başıma dolaşmaya başladım. Tarihi anıtları, antik kentleri, müzeleri merak ediyordum. Anadolu’daki Ulucamileri bir koleksiyonda toplamak istiyordum. Yaptım da, elimde o dönemde Süheyl Ünver hocamın verdiği zarflar içinde toplanmış kapsamlı bir Ulucamiler etüdü var. 1971 ya da 72’de Milliyet gazetesinde haber oldu bu seyahatlerim. Ailem önce tek başına seyahat etmeme itiraz etti ama kafasına koyduğunu yapan bir çocuktum. En son babam, “Sana verebileceğim harçlık belli. Onun dışında bir şey yapmak istiyorsan paranı kazan ne istersen yap!” dedi.

Nasıl kaynak buldunuz?

Ortaokuldayken Milliyet’in bulmaca yarışmaları vardı. O yarışmalara katılıyorum ve dereceye giriyorum. Bulmacaları İlhan Banguoğlu hazırlıyordu. Ben de dereceye giren en genç üyelerden biriyim. Merak etmişler “bu çocuk kim” diye. Bu vesileyle İlhan Bey’le tanıştık. “Bana bulmaca hazırlamayı öğretir misiniz?” dedim. Kabul etti. Gidip gelmeye başladım. İlhan Bey bana şablonları hazırlamayı öğretti. Haluk Durukal o dönemde epey etkili bir yazardı. Beni ilgiyle izliyor, yaptığım araştırmaları sütununda haber yapıyordu. Gazetelere benim bulmaca hazırladığımı söyledi. Bulmaca başına para alıyordum, iyi bir rakamdı. Resim kabiliyetim de iyiydi. Galiba telif sorunundan dolayı resimli roman yayıncıları orijinal çizimleri biraz değiştirerek ince uçlu kalemlerle aydınger kağıtlara kopyalatıyorlardı. Sayfa başına çoğaltma parası veriyorlardı. O işe de girdim. Birden fazla yerde çalışarak kendi bütçemi oluşturdum ve gezilere başladım.

Yazmaya nasıl başladınız?

Ressam Amadeo Preziosi Yeşilköy’de yaşamış, sanırım 1880’lerde bir av kazasında ölmüş. Osman Öndeş, hakkında bir yazı yazdı ve mezarı konusunda bilgi olmadığını söyledi. Yeşilköy’de öldüğüne göre orada bir yere gömülmüş olmalıydı. Lisedeyim daha. “Bu mezarı bulamaz mıyız?” dedim arkadaşlarıma. Latin Katolik Mezarlığı var ama her yeri böğürtlenler sarmış, içine girilmiyor. Arkadaşları topladım, etrafı temizledik. Arkada bir Şapel vardı, oraya kadar yol açtık. Bir de baktım ki sol taraftaki duvarın dibinde otların içinde Amadeo Presiosi’nin mezar taşı. Resimlerini çekip Hayat Tarih’in yazı işleri müdürüne götürdüm. “Mezarı nasıl bulduğunu yazar mısın?” dediler. Yazdım, fotoğrafımızla birlikte dergide çıktı. Böylelikle özgün bir şey yapabiliyorsan fark edileceğini görmüş oldum. Aynı konuyu biraz daha genişleterek Pirelli’ye de yazdım. Sonra gittiğim yerleri yazmaya devam ettim. O süreçte bana en fazla yardım eden kişi Kemalettin Tuğcu oldu. Onun yanında akıcı yazmayı, redaksiyonu öğrendim. Şevket Rado’nun yardımcısı, özel kalemi gibi çalışıyordu. Ben de hem Hayat mecmuasına bulmaca hazırlıyor hem de Çetin Emeç’le çalışan yazarlara yardımcılık yapıyordum. Konu buluyorum, kaynak araştırmalarını yapıyorum gerektiğinde röportajlara gidiyorum. Hafta sonları da geziyorum.

Nerelere gidiyordunuz?

Önceleri hafta sonu bir gece kalıp dönebileceğim yerler seçmeye çalışıyordum. Topkapı’dan otobüse binip gidiyorum. Fotoğraf çekiyorum. O sayede çok zengin bir fotoğraf arşivim oldu. Edirne’ye, Bursa’ya, Lüleburgaz’a Tirilye’ye, Silivri’ye gittim. Döndükten sonra fotoğrafını çektiğim yerleri araştırıp yazdım. Neler buldum neler …

Arkeoloji eğitimi alma fikri ne zaman netleşti?

Liseye başladığımda artık arkeolog olmaya karar vermiştim. Baktım ki diğer alanlarda öğrenmek istediğim pek bir şey yok, hocalarımla konuştum. “Hedefim belli. Sizin derslerinize önem vermezsem kusura bakmayın.” dedim. O zamana kadar hep çok başarılı bir öğrenciydim. Bir pazartesi sabahı okul müdürü çağırdı. “Eyvah!” dedim, kesin hocalardan biri şikayet etti. Gittim, “Hürriyet’ten Çetin Emeç aradı.” dedi. Benim için müdürden izin istemiş. Meğer Çetin Bey, Şevket Rado’yla anlaşmazlığa düşmüş. Hayat’ın Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılmış. Hürgün’ün yeni yayınlarının başına geçmiş. Kendi kadrosunu kuruyormuş. Yaptığım işlerden de o kadar memnun ki, Milli Eğitim Müdürü’ne telefon edip benim için izin istemiş. Çetin Bey’i görmeye gittiğimde, “Derslerini aksatmayacaksın. Okuldan çıktığında geleceksin. Yemek kartın verilecek. Yaptığın işler karşılığında ödeme alacaksın.” dedi gerçekten bir gün bile ödemeyi aksatmadı. Bulmacayı hazırlayacağım, dizi yazılarının araştırmasını ve redaktörlüğünü yapacağım. Bir yerlere gidilecekse haftasonları da oralara gideceğim. Böylelikle Hürgün’de düzenli çalışmaya başladım. Elime iyi para geçiyordu. İlk işim fotoğraf makinası ve iyi bir daktilo almak oldu. O dönemde çıkan bir sürü yayında bir kısmı imzalı pek çok işim var. O süreç benim için çok eğiticiydi. En önemlisi de bir yayın nasıl çıkar, öğrenmiştim.

Böyle bir tecrübenin üstüne hayatınıza gazetecilik yaparak devam etmeyi düşünmediniz mi hiç?

Hayır! Lise bitti. Üniversite sınavında ilk atmışa girdim. Üç tercih yaptım, üçü de arkeoloji. İstanbul Üniversitesi’ne yerleştim. Hazırlıkta prehistorya daha sonra klasik arkeoloji okuduk. Hocaların verdiği dersler dahil pek çok konuda Türkçe temel kitap, kaynak eser ya yoktu ya da bulunmuyordu.

Hocalarınız kimlerdi?

Halet Çambel, Bahadır Alkım, Ufuk Esin, Bruce Howe, Jale İnan, Aşkıdil Akarca, Sabahat Atlan, Nezahat Baydur, Muhibbe Darga, Somay Onurkan, Müller Wiener … ilk aklıma gelenler. Okulun çok iyi bir Genel Kitaplığı vardı, sürekli oraya gidiyorum. Memurlar alışmıştı, öğle yemeğine giderken kapıları üstüme kilitliyorlardı. Bu vesile ile bütün kaynak eserleri gözden geçirebildim.

Geziler devam ediyor muydu?

Tabii! Geziler ve gezi yazıları devam ediyor. Gördüğüm her şeyi yangından mal kaçırırcasına belgeliyorum. O yıllarda bir modernleşme tutkusudur başlamıştı, her yeri yıkıyorlardı. İstanbul’da başlayan moda bütün Anadolu’ya yayılmıştı. “Bunları belgelememiz lazım” diyorum. Ulaşabildiğim her şeyi de belgeledim. Kayseri, Tokat, Konya… Her yer aynı durumdaydı. Yerel kimlik gidiyordu! O tarihlerde kendi kültürümüzün en karakteristik envanterini yok ettik. Bende bu kadar merak ve cevapsız soru olunca, üniversitede birinci sınıfın sonunda bir dergi çıkarmaya karar verdim.

O güne kadar arkeoloji alanında popüler süreli yayın yapılmış mıydı?

Hayır. İlk denemeyi biz yapacaktık ama bunu gerçekleştirebilecek kadar sermaye birikimimiz yoktu. Kazandığım para ancak zorunlu giderlerime yetiyordu. Önce babama gittim. Arkeoloji’yi seçtiğim için tepkiliydi. Siyasi olaylar da başlamıştı. Yardım etmeyi kabul etmedi tabii ki. Teyzemler Tekirdağ’a taşınmıştı. Onlara gittim, durumu anlattım. O gece aralarında konuşmuşlar ve beni desteklemeye karar vermişler. Eniştem ertesi sabah ilk sayıyı çıkarmam için gereken parayı bankadan çekip geldi. Bu parayla ofis tuttuk. İlk sayıyı Alaeddin Yavaşça’nın kardeşi Muhtar Yavaşça’nın matbaasında, Favori Ofset’te basacağız. Anlaşmayı da yaptık.

İçeriği kim üretiyordu?

Hocalarla konuştum, bazı yazıları onlar yazacak, bir kısmını da ben hazırlayacağım!

Hedef kitleniz kim?

Tüm Türkiye! Kullandığımız dil akademik değildi çünkü. İlgili okura ulaşmak istiyordum. Sonunda dergiyi hazırladık ama ne zorluklarla! En büyük engel de hocalar oldu!

​

[ [Nezih Başgelen, Arkeoloji Sanat Dergisi’nin ilk hazırlığı]

Neden?

Çatışma halindeydiler. Her biri diğerini duyunca, “O yazarsa ben yazmam” diyor, yazı vermiyordu. Sanat Tarihçileri birbiriyle, Klasik Arkeoloji’dekiler Prehistorya’yla kavgalıydı. Baktım, olmayacak, bir manifesto yazdım ve ilk sayıda yayınladım. “Bu manifestoya uyanlardan yazı alacağım” dedim. Neticede ilk sayıyı bastık, fakat iş orada bitmiyor ki. Nasıl dağıtacağız? Hayat’ın dağıtımını GAMEDA yapıyordu. Aklıma Şevket Rado geldi. Kemalettin Tuğcu’ya gittim, yardım istedim. Kemalettin Amca’yla birlikte Şevket Bey’e durumu anlattık. Telefonu eline aldı, GAMEDA’yı aradı ve müdüre, “Ne gerekiyorsa yap!” dedi. Telefon kapandıktan on beş dakika sonra müdürün karşısındaydım. O da arkeologmuş meğer, mesleğini yapamamış. “Hiç merak etme.” dedi. Derginin beş bin kadar basılan ilk sayısı Türkiye’nin tamamına dağıldı. İkinci baskı bile yaptık.

Arkeoloji Sanat’ın ilk sayısı ne zaman çıkmıştı?

Nisan 1978’de. Etnik endişelerden uzak, içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz kültürün değerlerine ağırlık veren bir yoruma ulaşmak amacındaydık. Bugün de aynı çizgimizi sürdürüyoruz. İlk sayının gördüğü rağbet bizim için müthiş bir motivasyon oldu. Üçüncü sayı çok gelişti. İlk sayıdan itibaren TURİNG’in ve Çelik Gülersoy’un desteğini de aldık. İşler yoluna girmişti ki 1979’da alınan 24 Ocak kararlarıyla tüm yayın dünyası gibi biz de tam anlamıyla duvara tosladık. 24 Ocak sonrası ve 12 Eylül, yayın dünyası için adeta bir kara delik oldu.

Nasıl ayakta kaldınız?

Periyodları birleştirdik.

Yazı içerikleri ortalama okura hitap ediyor muydu? O dili nasıl yakaladınız?

Hocalara ne yapmak istediğimizi anlattık ve gerektiğinde yazılarını redakte ettik. Yayınlanan yazıların hepsinin üstünde dil bakımından çok çalışılmıştır. O tarihlerde sahada, kazıya gelen vatandaşa bile bilgi aktarılmazken biz herkesin anlayabileceği bir dil kurma kaygısıyla yola çıktık, epey mesafe de kat ettik. Toplumdan kopuk bir arkeolojinin faydası yok çünkü. Nerede kazı yapıyorsunuz? Oranın insanına yaptığınız şeyi anlatabiliyor musunuz? Alanların ve eserlerin korunabilmesi için öncelikle halkın eğitilmesi gerekiyor. Ana eksenimiz bu oldu. Sübjektif ve siyasi değerlendirmelere yer vermediğimiz gibi, polemik konularından da uzak kaldık.

Dergi çıkmaya başladıktan sonra diğer işlere devam ettiniz mi?

Tabii, çalışıyorum hâlâ. Bir ayağım Babıali’de olsun ki rahat hareket edebileyim diye düşündüm. Kimine yazı dizisi hazırlıyorum, kimine fotoğraf veriyorum. Oralarda tanıdığım insanlardan çok yardım gördüm. Çok iyi hocalarım oldu. Çetin Emeç’ten, Kemalettin Tuğcu’dan, Süheyl Ünver’den çok şey öğrendim.

Süheyl Ünver ile nasıl tanıştınız?

Süheyl Bey’i tanımam biraz daha erken yıllarda oldu. Meraklı bir çocuk olunca Edirne’de resim hocası olan en büyük teyzem beni Süheyl Bey’e götürdü. Eniştem kanalıyla hısımlığa yakın bir tanışıklığı vardı Süheyl Ünver’le. Cerrahpaşa’daki Tıp Tarihi Enstitüsü’ne gittik. Ortaokul’dayım. Hanımlardan oluşan bir öğrenci gurubu vardı, onlar da orada. Masanın en ucunda Süheyl Bey oturuyor. Biraz dinledikten sonra beni karşısına aldı, sarı bir zarf çıkardı. “Bir konuyu mu merak ediyorsun, onunla ilgili zarf aç. Bulduklarını, yazdığın notları içine koy. Bir müddet sonra zarf dolduğu zaman sana, ‘Ben yazılacak hale geldim.’ der.” dedi. Bir miktar zarf ve yeşil dosya verdi. Kendi çalışma disiplinini tarif etti. O tarihten sonra çok iyi dost olduk. Tarif ettiği gibi bir çalışma sistemi kurdum. Hepsi duruyor. Çiviyi merak etmişim mesela. Eski çağlardan günümüze, Mevlevilerin sema meşk ederken kullandığı çiviye kadar bulduğum bütün bilgileri koymuşum içine. Atasözleri, çivi türleri… O dosyayı biri alsa bizim kültürümüzdeki çivinin tarihini yazar. Geceler boyu okuyup fiş çıkarıyordum. O arada bir sürü şey öğreniyordum tabii. Yine ortaokuldayken üniversiteden izin alıp Semavi Eyice’nin gece derslerine gittim.

Semavi Eyice’yi tanıyor musunuz?

Arkeoloji Müzesi’ne gidiyorum ya, oradan tanıdığım İhsan Tunay, hocanın asistanı oldu. Edebiyat Fakültesi halka açık akşam dersleri vardı o dönemde. Yaşım küçük olduğu için benim için izin alındı. Elimde not defterlerim, en ön sıraya oturuyorum. Semavi Bey o kadar güzel anlatıyor ki, kayda al aynen kitap olur.

â€

[ [Nezih Başgelen, Prof. Dr. Ekrem Akurgal, Prof. Dr. Celal Şengör ile birlikte Akurgal’ın İzmir Karşıyaka’daki evinde]

Kullanılan teknik terminolojiyi anlayabiliyor muydunuz?

Meraklıysan anlamadığını araştırıyorsun. Ne kadar yayın varsa hepsini satır satır okudum. Hocanın anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum. Çektiğim fotoğrafları götürüyordum. Ortaokulda, lisede İstanbul’u sokak sokak dolaşıp fotoğraf çekiyordum. Ahşap evler yıkılıp yerlerine apartman yapılıyor. İnşaatların temellerinden de bir şeyler çıkıyor. Hepsini fotoğraflayıp müzeye bildiriyordum. Rahmetli Cihat Soyhan’a bıkkınlık gelmişti. Yeşilköy’de yol kazısında bulunan parçaları arkadaşımla zar zor taşıyarak müzeye götürdük. Sahayı hep çok önemsedim. Arkeoloji eğitiminde de metne bağlı kalmadım. Bergama’yı mı öğreniyoruz, gidip yerinde gördüm. Görmediğim, araştırmadığım, belgelemediğim bir yeri yazmamaya özen gösterdim. Kapı çalmaktan hiçbir zaman yüksünmedim. Karar verdiğin yoldan da dönmeyeceksin. Bir kere döndün mü tekrar yola koyulana kadar iş işten geçiyor. Onun için eskiler demir tavında dövülür demişler.

Yazmak çok ayrı bir disiplin. Kaleminizi nasıl eğittiniz?

Her gün yazarak. Günlük yazarak başladım. Yıllarca düzenli yazdım. Erol Özkan diye bir arkadaşım vardı; 1970’lerden 2016’da Erol’un vefatına kadar düzenli yazıştık. Başlarda tek nüsha yazıp gönderiyordum. Sonra kopyalayıp asıllarını tutmaya başladım. Allah’tan Erol içine doğmuş gibi ona yazdığım mektupları toplamış, verdi hepsini. O gün ne olup bittiyse ne öğrendiysem yazardım. Lise öğrencisiyiz daha. O mektuplar sayesinde o dönemin kültür sanat güncesini izleyebiliyorum. Ciltlerce kitap çıkar o yazışmalardan. Düzenli mektup yazmak beni yazmaya alıştırdı. Yaşadığım olayları not etmek önemlidir benim için.

Öğrencilik yıllarında çok aktifsiniz. Bu kadar işi bir arada yaparken üniversite eğitimini tamamlayabildiniz mi?

Tabii tamamladım. 1976 girişliyim, 82’de bitti okul. 1980 darbesine giden süreçteki olaylar nedeniyle eğitimimiz iki sene uzadı. Fakülte Beyazıt’ta, çatışmaların en yoğun olduğu yer. 1979 ve 80 yılları çok sıkıntılıydı. Öğrencilerin can güvenliği olmadığı için eğitime ara verildi. O zamana kadar derslere düzenli devam ettim. Okulda işim yoksa doğru sahaflara gidiyorum. Turan Türkmenoğlu’nun Aslan Kaynardağ’ın ve İnal’ın dükkanına çok uğrardım.

â€

[ [Türk Tarih Kurumu 1976 Tarih Kongresi gezisi sırasında Aksaray Arkeoloji Müzesi’nde Prof. Afet İnan ve Pakistanlı bilim adamlarıyla
birlikte]

Ne alıyordunuz?

Daha çok tarih ve monografi kitaplarını topluyordum. Yaşadığım coğrafyayla ilgili ne varsa toplamaya çalıştım. Zamanla çok büyük bir kitaplık oluştu. Şimdi yer darlığı sebebiyle bir bölümü kolilerde duruyor maalesef. Sadece onları değil, gelecekte belge niteliği taşıyacak her şeyi saklıyorum. Seyahatlerde kullandığım biletleri bile sakladım.

Ne zamandan beri arşiv tutuyorsunuz?

1965’te, ilkokula başladığım yıldan itibaren toplamaya başlamışım. Kartpostal koleksiyonu da o zaman başladı.

Sizi teşvik eden kimse oldu mu?

Hayır, hiç kimse. Teşvik etmediler ama annem de babam da ilgime saygı duydular. Onlar için önemli olan aile yadigarı mobilyalardan birini kitaplık yapmam için bana vermişlerdi. Hafız Galip Efendi’den kalma bir Osmanlı dönemi küçük bir dolap.

Üniversiteden mezun olduktan sonra sahada çalıştınız mı?

Okulun ikinci senesinde kazılara gitmeye başladım. Çok istekli oldum gitmek için. 1977 yılında hocam Jale Hanım ve topograf Adnan Şakar’la İstanbul’dan yola çıktık. Jale Hoca Side yakınlarında Lyrbe – Seleukeia’yı kazıyor, sonuna gelmiş. Muazzam, çok katlı bir agora yapısı ortaya çıkarmış. Anadolu’da benzerlerini arıyor. Assos’a, Bergama’ya, Aigai’ye Ildırı’ya, Herakleia’ya, Alinda’ya Afrodisias’a giderek yapıları bire bir inceledik. Hoca’nın çalışması için epey arkeolojik alan gördükten sonra Antalya’ya kazıya geçtik. Hemen arkasından Aşağı Fırat Kurtarma Kazıları’nda, Değirmentepe’de, Çayönü’nde çalıştım. Çok aktif bir arkeolojik kazılar dönemim oldu. Arkadan rahmetli hocam Nezahat Baydur’la Tarsus Donuktaş’ı kazmaya başladık. On yıl boyunca, imkanlarım ve zamanım nispetinde o kazılarda bulundum. Tarihi kalıntılarda insanlık tarihinin en önemli aşamalarını görüyorsunuz. Tarihi bağlamına oturtmak için karşınızdaki malzemenin sosyal yapıdaki karşılığını, dönemin idari, dini, toplumsal yapısı içindeki yerini doğru tespit etmeniz gerekir. Bunu yaptığınız zaman medeniyetin gelişimi, nereden nereye gelindiği, hangi aşamaların yaşandığı çok net ortaya çıkabiliyor. Anadolu bu açıdan çok önemli. Geçmişte bu analizler yeteri kadar yapılamamış ne yazık ki. Bu nedenle Anadolu tarihini yeniden yazmamız lazım. Yapmaya başladık. Batının bizi koyduğu kompartımanlarda olmadığımız anlaşıldı bir defa. Bu yüzden geçmişte yapılan çalışmaların hepsine eleştirel bir bakış gerekiyor.

â€

[ [Nezih Başgelen (1989) Antalya - Kemer’in üzerindeki Çalışdağı tepesindeki klasik çağ kalıntılarında]

Yakın tarihe kadar Anadolu’daki kazılar yabancı heyetler tarafından yapıldı. Batılıların ilgisi doğal. Biz pek çok önemli kazı alanını neden ve nasıl onların tasarrufuna terk etmişiz peki?

Arkeoloji bizden çok önce, 19’uncu yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da gelişmeye başlıyor. Özellikle imparatorluklar kültürel açıdan büyük müzelerini kurmaya başladıklarında arkeolojik eserler prestij ürünlerine dönüşüyor. Osmanlı topraklarındaki ilk kazı 1860’larda Semadirek’te yapılıyor. İlk parçaları Fransızlar buluyor fakat ikili ilişkiler daha iyi olduğu için çalışma yetkisi Avusturyalılara veriliyor. 1890’lara kadar Anadolu’da aralarında Troya’nın, Mezopotamya’daki çalışmaların da olduğu önemli kazılar yapılıyor.

â€

[ [Nezih Başgelen, Amasra - Bartın yolu üzerindeki Anadolu’da eşi olmayan Kuşkayası Roma yol anıtının parçalanmış hali]

Dünyadaki ilk kazı çalışmalarının tarihi ne?

Antik dünyaya yönelik ilk kazı Pompeii. 19’uncu yüzyılın ilk yarısında oradan eser çıkarılmaya başlıyor. Arkeolojik kazı mantığının gelişmesinde Pompeii önemli bir nokta. Ondan sonra Troya. Troya’da da önemli kazı teknikleri deneniyor.

Çalışma yapacak alt yapı ve personel olmadığı için kazılara izin vermesi anlaşılabilir fakat o tarihlerde çıkarılan buluntular da götürülmüş. Bunu nasıl açıklamak gerekiyor?

O dönemde yasalar müsait. Başlangıçta, kazı izni verilen heyetlere çıkardıkları eserleri götürme izni de veriliyor. 1870 öncesinde buluntuların bir bölümü fermanlarla, özel izinlerle Almanlara, bir kısmı Fransa’ya, İngiltere’ye, Avusturya’ya gitmiş. Çünkü hepsiyle ilişkileri iyi tutmaya çalışıyorlar. British Museum’un hemen hemen bütün klasik dönem eserleri Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarından çıkarılmıştır.

Osmanlı döneminde giden eserlerin tamamı yasal yollardan mı gitmiş?

Büyük kısmı yasal. Yağmalanan, kaçırılan, hatta çalınan pek çok eser de var ama çoğu için yasal sorun yok. O eserler konusundaki en büyük sıkıntımız bu. Bağdat Demiryolu inşaatı anlaşmasında bir madde var; Almanlara demiryolunun iki yanında belirli bir kilometrede kazı yapma ve çıkarılan eserleri alma hakkını vermişiz. Türbelerin içindeki mihraplara, sandukalara kadar her şey Almanya’ya gitmiş. Sadece Roma, Bizans değil, İslam eserlerini de götürmüşler. Abdülaziz’in Avrupa seyahati, konunun öneminin anlaşılmasında çok etkili oluyor. İngiltere’ye kadar gidiyor. Avrupa’nın belirli merkezlerini, müzelerini görüp etkileniyor. Döner dönmez Müze-i Humayun’un kurulması için ciddi adımlar başlatıyor. Osman Hamdi Bey göreve geldikten sonra çok akıllıca davranıyor. 1871’de titizlikle hazırlanmış bir düzenlemeyle eserlerin gitmesini önlemeye çalışıyor. Daha sonra başka tedbirlerle de bunu pekiştiriyor.

Osman Hamdi Bey’in kararlılığı işe yarıyor mu?

Yarıyor. Batılılar çok sinirleniyorlar. Özellikle Fransızlar bir ara Osman Hamdi Bey’i yere göğe sığdıramazken yerin dibine sokmaya başlıyorlar. Müze-i Humayun çok hızlı kuruluyor. Sayda kazısının bütün malzemesi İstanbul’a geliyor.

â

[ [Nezih Başgelen, Türkiye Prehistoryasına katkıları unutulmaz Linda Braidwood, Robert J. Braidwood, Halet Çambel ile birlikte Çayönü - Ergani kazılarında, 1981]

Kazıları yabancılar yapmaya devam ediyor değil mi?

Evet, biz muhafız gönderiyoruz. Schliemann Troya’yı kazmaya başlıyor. Tamamen art niyetle, muhafızlara göstermeden gece kaçırmaya çalışıyor. Ne davalar var, onlar üzerinde de çalışılıyor şimdi. Arkasından Avusturyalılar geliyor Gölbaşı’nda olağanüstü bir Heroon, kahraman mezarı var. Onun bütün kabartmalarını götürüyorlar. Kalaslardan denize kadar inen özel bir yol yapıp gemilerle taşıyorlar.

O dönemde yetişmiş Türk arkeolog var mı?

1910’lardan sonra Darülfünun’da arkeoloji eğitimi olduğunu belirli kayıtlardan görüyoruz. Fakat sahada çalışabilecek arkeolog yok… Son dönem Osmanlı’da eski eser anlayışı çok iyi. Vilayetlerle yazışmalar var, imparatorluğun herhangi bir yerindeki eski eserle ilgili gündeme gelen her değişiklik İstanbul’a bildiriliyor ve Müze-i Humayun hemen takibe alıyor. Hatta sonraki dönemlerde gösterilen hassasiyetten çok daha hassas davrandıklarını söyleyebilirim. Antalya’nın surlarında görüyoruz bunu. O dönemde Fransa’da, Paris planlanırken şehrin surları yıkılıyor. Bizimkiler Batılılaşma sevdasına düştükleri vakit bunu örnek alıp Batı tarzı şehirler kurmak istiyorlar. Defalarca yıkım izni isteniyor, İstanbul her seferinde reddediyor. 1910’lara kadar bir sürü yazışma var. “Yıkacağız!” diyor vilayet.
“Neden?”
“Deniz rüzgarını, meltemi almıyor.” Osman Hamdi Bey “Hayır, yıkamazsınız.” diyor. Üç beş sene sonra yeniden araya birilerini koyuyorlar. Ne zaman ki 1910’da Osman Hamdi Bey vefat ediyor. İttihad ve Terakki yönetimi devralıyor ve Balkan Harbi patlak veriyor, her tarafı dümdüz ediyorlar. Bu ülke her dönemde geçmişten kalan yapıları yıkmış. En fenası, 1870’lerdeki Rumeli Demiryolu inşaatı esnasında yıkılanlar. Başta, Rumeli Demiryolu’nun Yedikule’ye kadar gelmesi planlanıyor. Çok akıllıca bir karar verip “Surların içine sokmayalım, şehri tahrip etmesin.” diyorlar. Fakat Abdülaziz, “Yeter ki tren Sirkeci’ye gelsin, gerekirse benim yatak odamdan geçsin…” deyince Bukoleon Sarayı, Kanuni döneminin en güzel çini örneklerinin olduğu Yalı Köşkü yıkılıyor. Böyle olaylar olmuş ama bu, çok aklı selim bir eski eser koruma anlayışı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sidon’daki lahitler çıktığı zamanki ilgi sonraki dönemlerden bile çok daha iyi.

Cumhuriyet döneminde nasıl bir politika izleniyor?

Geleneksel koruma rejimimiz, erken Cumhuriyet yıllarında da devam ediyor. Sonra, eski Türkçe bilmemenin de getirdiği birtakım yanlışlar yapılıyor. 1928’den öncesini okuyamayan, kâle almayan bir kuşağın eksik değerlendirmeleri, geleneksel titiz arşivciliğin terk edilmesi sorunları beraberinde getiriyor.

Günümüzde yabancı heyetler Anadolu’da kazı yapmaya devam ediyor mu?

Türkiye’nin kendi yetiştirdiği arkeoloji kuşağı şu anda altı yüze yakın çalışmanın yüzde yetmişini yürütüyor. Yabancılar da var, olmaları da lazım.

Neden?

Bilim evrensel o yüzden arkeoloji gibi sonuçları tüm dünyayı etkileyen sahalarda kendinizi dışarıya kapatamazsınız. Ayrıca işin başka boyutları da var. Şu anda Tel Aviv’den Amerikan müzelerine kadar dünyanın her yerinde Türkiye’den eser var. Bölümler kurmuşlar, bu dönemleri ve eserleri araştırıyorlar. Yetişmiş çok sayıda uzman var. Tüm dünyayla her boyutta ilişki kurmamız için birer köprü bu eserler. Zamanında götürülenlerin bir kısmını, hukuki açıdan gerekli başvuruları yapabilirsek politik gücümüz oranında geri alma imkanımız var.

Batılı araştırmacılar için Türkiye’de kazı yapmak neden önemli? Artık eserleri götüremeyecekler…

Kendilerinde bu malzeme yok. Öncelikle akademik ve bilimsel bilgi üretmek için önemli bir saha burası. Helenistik çağı araştırmak için en iyi alan Anadolu. Hakeza Roma’yı İtalya’da biliriz ama en güzel Roma eserleri Anadolu’da ören yerlerinde karşımıza çıkıyor. En iyi odeonların, tiyatroların sağlam kalan örnekleri bizde.

Türk heyetler yurtdışında kazı yapabiliyor mu?

Yapıyor ancak o konuda bazı sıkıntılarımız var.

Ne gibi?

Mevzuatımız uygun değil. Çok içe dönük bir bürokrasiyle gelmişiz bugüne. Kafalarımız da şartlanmış. Kıtalararası bir oyuncu olduğumuzu yeni yeni fark ediyoruz. Çok tecrübesiziz. Moğolistan’a gönderdiğimiz ekip doğru dürüst çalışamadı. Azerbaycan’daki ortak çalışmalar sıkıntı oldu. Türkmenistan Merv’deki çalışmalarda özellikle Sultan Sencer Türbesi’nin onarımında ciddi adli vak’alar yaşandı. Bu konuya yönelik misyonumuzu doğru temsil edecek kişilerin yetiştirilmesi önem arz ediyor. Bu heyetlerin bir enstitü ile bağlantılı çalışması konusunda henüz yolun başındayız.

â€

[ [Nezih Başgelen, Türkmenistan’da]

Akademi ne durumda peki?

Bizim çocuklar şu anda dünyadaki pek çok üniversiteden ilerideler. Son otuz, kırk yılda yetişen meslek elemanları yüzümüzü ağartacak neticeler alıyor.

Anadolu’da yaklaşık yüz elli yıldır kazı faaliyetleri devam ediyor. Mevcut birikimin ne kadarı gün yüzüne çıkarılmıştır diye sorsam bilgileriniz ve tecrübenizden hareketle ne söylersiniz?

Daha beşte birine ulaşmamışızdır. Kazılmamış binlerce höyük var. Her birini bir kitap gibi düşünün. Kayıp bir kütüphaneyi sayfa sayfa bulmak gibi. Ulaşamadığımız yeni uygarlıklar, yeni dönemler var. İki bin’li yıllara kadar Göbeklitepe’nin Karahantepe’nin adını biliyorduk ama oradaki zenginlikten haberdar değildik.

Dünyada şu anda Göbeklitepe ve Karahantepe’den daha fazla dikkat çeken bir kazı alanı var mı?

Şu anda yok ancak Körtiktepe gibi varlığının ehemmiyeti henüz tam anlamıyla fark edilemeyen önemli kazı alanlarımız da var. Ve en az onlar kadar önemli yeni yerler de gelmek üzere.

Hangi coğrafyada?

Yine o bölgenin yakınlarında. Binlerle ifade edebileceğimiz yeni merkezler var. Sadece bazı definecilerin bu alanları yokladığını biliyoruz. Luvi coğrafyası böyle bir yer.

Neresi burası?

Gaziantep’ten Manisa’ya kadar uzanan, Karaman ve Göller Yöresi’ni de kapsayan bir şerit.

Bu bölgenin önemi ne?

Hitit döneminin ağırlıklı yapıları var burada. Hititler, bir dönem Kızılırmak kavsinin içinden aşağı göçüyor. Anlaşılan büyük bir kuraklık yaşanmış, ürün alamaz oldukları için yaşadıkları bölgeyi terk etmişler. Tam Troya Savaşı’nın sonrasına denk gelen bir dönem bu. Savaştan sonra Hitit’ler tarih sahnesinden siliniyor. Asi nehri ve biraz üzerindeki bölge sulak kalmış. Yerleşim oralara kaymış. O bölgede bir sürü geçici krallık kurulmuş. Luvi’ler onlar işte. Ayrıca Tunç Çağı’nda Anadolu, aynı Göbeklitepe ve Karahantepe’deki gibi büyük bir merkez haline dönüşmüş. Madencilik var, sanayi var, üretim var, ticaret var. Kentler yeniden kuruluyor. Seyitömer’de kurtarma kazıları yapıldı, olağanüstü eserler çıkınca bütününü kazmak durumunda kaldılar. Dünyada bu kadar eski ve bu kadar ileri yerleşim örneği yok. Aynı dönemde coğrafyalara baktığımız vakit aralarında binlerce yıllık mesafe olduğunu görüyoruz.

Medeni kalkınmada bir paralellik yok, öyle mi?

On iki bin yıl önce buralarda yaşanan uygarlık seviyesine Avrupa milattan önce dört –beş bin yıllarında geliyor.

Anadolu topraklarında bu seviyenin sürekliliği var mı?

Hayır, bizde de kısa sürüyor. Dönüşümün en büyük parametrelerinden biri muson yağmurları. Hindistan’a bereket getiren musonlar o dönemde Nemrut Dağı’na, Toroslara kadar gelmiş. Musonlar kesildiğinde bir iklim değişikliği yaşanıyor. İklim çok önemli, her şey ona bağlı. Yerleşim yerlerini takip ederek yaşamın ne tarafa kaydığını takip edebiliyoruz.

Osmanlı dönemindeki durumu konuştuk. Biraz da tarihi eser kaçaklığının bugününü konuşmak istiyoruz. Sorun devam ediyor mu?

1960’larda Anadolu’da müthiş bir talan yaşandığı gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. O süreçte Avrupa’da, Amerika’da bu konuda ciddi bir pazar var. Bu işle uğraşan pek çok kişi arkeolojik alanlarda buldukları her şeyi bir yolunu bulup yasadışı yollardan Avrupa’da, Amerika’daki resmi ya da özel koleksiyonlara satmışlar.

Sorun nerede? Merkezi denetim de mi aksaklık var? Yasal düzenlemeler mi yetersiz?

İnanılmaz derecede cehalet ve maddi çıkarlar uğruna yapılan usulsüzlük var. Uzun Hasan, Hacı Bayram-ı Veli Türbesi’ne iki tane olağanüstü güzellikte şamdan hediye ediyor. Bunlar 1920’ye kadar Hacı Bayram Türbesi’nde. Tam Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru, ülke ölüm kalım savaşı verirken Danimarkalı ya da Hollandalı biri bunları alıp götürmüş. Kim olduğu biliniyor. Yetkililer de ihmalkar davranmış ki çok sayıda eser gitmiş o yıllarda. Bugün yurt dışındaki müzelerin Türkiye’den çıkan eserleri alması büyük oranda önlendi gibi görünüyor ama özel koleksiyonerler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Aralık ayında basına da yansıyan Amerikalı koleksiyonerin elindeki malzeme, son 20 yılın buluntuları gibi görünüyor. Demek ki bu trafik bugüne kadar devam etmiş.

Önlenebilir mi?

Elbette! Tabi ki önlenmekte kararlı olunursa… Öncelikle davalara sahip çıkıp takip etmek gerekiyor. O zaman karşı taraf çok ciddi cezalar ve bedeller ödemek zorunda kalıyor. Burada başarılı bir yola girdik. Eserlerin nereden çıktığını belirlemek için dedektif gibi çalışmaya mecburuz çünkü hak iddia edebilmek için size ait olduğunu ispat etmeniz gerekiyor. Nereden götürüldüğünü bilebilecek durumdayız, ispatladık mı gerisi çok kolay. İspat için de iyi bir envantere ihtiyaç var. Resmi müzelerin bahçesinden götürülen eser bile var. Türkiye Cumhuriyeti’nin son elli yılında klasörler dolusu soyulan müze haberi var.

Bir de müzelere ulaşmadan yurt dışına gönderilen eserler var. Bunun önlenmesi için ne yapılabilir?

Köylüler tarlalarında heykel, kap kacak, bakır malzeme vesaire buluyor. Bazı müzelerimizde bunları teslim etmek için götüren adamı dövmekten beter ediyorlar. Teşekkür etmek yerine müsadere eder gibi bir yaklaşım var. Bu anlayış vatandaşı en baştan suçlu duruma düşürüyor. Ülkemizde yüzlerce müze var. Bunların bir kısmı iyi davranıyorsa diğerleri ya ilgilenmiyor ya tersliyor. Ayrıca piyasada, hemen üç yüz bin liraya satabileceği esere üç bin lira verirsen sana getirmez. “Bunu ne yapabilirim” diye başka çareler arar. Devletin bunu göz önünde bulundurması lazım. Hatalarıyla sevaplarıyla bugüne geldik ama 2863 sayılı Eski Eser Yasası yeterli değil. Yasanın revizyonu şart.

Yürürlükteki kanunun tarihi ne?

2863, 1970’lerde yapılmış. En son revizyon 1984’e ait. O tarihten sonra hiçbir değişiklik yok.

Biraz da koleksiyon konularınızı konuşalım. İlk koleksiyon başlığınız kartpostallar mı?

En eskisi kartpostallar, evet. Sonra haritalar, eski dergiler. Merakımı takip ederek bu başlıkları daha da zenginleştirecek her türlü belgeyi topladım. Sahaflarda malzeme buldukça aldım. Monografik olarak sıraladım hepsini. Mesela Bolvadin’i mi çalışıyorum, orasıyla ilgili çıkmış kitaplar, makaleler, fotoğraflar… ne bulduysam topladım. Her şehir için ayrı bir başlık açtım. Böylelikle çok zengin bir arşiv oluştu. Şimdi, ölmeden önce yapmam gereken şey, bu malzemeyi dijital ortamda bir veri tabanına dönüştürmek. Topladığım yıllarda dijitalize etme imkanım yoktu. Fiş usulü dizdim hepsini. Binlerce kare fotoğraf çektim. Hangi bölgeye ait, ne zaman çekildi, hangi yapının fotoğrafı? Bu üç açıklama eklendiğinde hepsi kullanılır duruma gelebilir. En büyük zorluğum orada, kaynaklarım da zamanım da yetmiyor.


Monografik olarak yerleşim coğrafyamız. Çok sevdiğim bir konu. Bu koleksiyonda daha çok görsel malzeme var. Bir kısmını kendim çektim, bir kısmını topladım. İstanbul’un sahil surları, geride bıraktığımız Rumeli gibi aklıma gelen, ilgi alanıma giren her yerle ilgili bütün malzemeyi toplamaya çalıştım. Rahmetli Haluk Dursun’a göstermiştim, şaşırmıştı. Türkiye’yi bu belgeleri de kullanarak cilt cilt yayınlamak istiyorum.


Kırsal kültürümüzü belgelemeyi ve geleneksel tarım etnografyasını toplamaya çalıştım. Hızla şehirleşince bunları yitirdik. Ya yaktılar ya da attılar. Belgeleyebildiklerimi topladım.

Kartpostallar daha çok yakın tarihin konusu. Onları nasıl değerlendirdiniz?

Evet, kartpostallardan hareketle yakın tarih de çalıştım. Yayınlar ve sunumlar yaptım. İlgilendiğim yan alanlar, kültür tarihi ve etnografya, arkeolojiyle beslendi. Kartpostal yayınlarını yaparken yeni toplamaya başlayan gençlere konunun önemini göstermek istedim. Mesele sadece mevcut malzemeyi toplamak değil. Bugünü belgelemeleri de çok önemli. Türkiye’de değişim hızı çok yüksek. İki yüz sene sonra bugün kayda geçirdiğimiz her şey tarih olacak.

Bir de yayıneviniz var, Arkeoloji Sanat Yayınları. Yayınevi ne zaman kuruldu?

Dergiyle beraber, 1978 Nisan’ında yayınevini de fiili olarak kurduk. Kitap hazırlıklarına hemen başladık. Anadolu Gezi Notları kitabının ilk bölümünün tiposunu matbaaya verdik. O hazırlanırken 1979 başında 24 Ocak Kararları açıklandı ve piyasa alt üst oldu. Dergiyi çıkardık ama ilk kitap 1979’da çıkacakken 1982’ye kaldı. Gezi notları bir denemeydi. Ondan sonraki ilk kitap, Doğan Kuban’ın Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler kitabıydı. Bir sürü hocaya gidip kitaplarını basmak istediğimi söyledim, hepsi bir bahaneyle “olmaz!” dedi. Bunun üzerine ben İlyada Şehir İsimleri ve Hitit Mimarlığı’nı hazırladım, üç kitap birlikte çıktı.

1970’lerde arkeoloji alanında bugünkü gibi popüler dergilerin ve yaygın el kitaplarının olmadığını söylemiştiniz. Buna rağmen hocaların gönülsüzlüğünü nasıl açıklıyorsunuz?

Hem mükemmeli yapmak isterken oluşan atalet hem de eleştiri alma kaygısı vardı sanırım. O dönemde kazı yapılmış ama çoğunun sistematik kazı kitapları yayınlanmamış. Nerede ne bulundu bilimsel nihai raporları bilim dünyası ile paylaşılmamış. Oysa kazı yapıyorsan en büyük sorumluluğun rapor yazmak.

Kazı raporu yayınlamak zorunlu değil mi?

Öyle! Beş yıl içinde yayınlaması lazım fakat yapamamışlar. Büyük hocaların bile 1940’lı, 50’li, 60’lı, 70’li yıllarda yapılmış bir sürü kazısının nihai raporu yok. 80’li, 90’lı yıllarda bile yayınlanmamış yerler var. Zamanında yayınlamadığın her rapor çok büyük bir bilgi boşluğu yaratıyor. Raporlamazsanız kazı yapmak bir nevi tahribata yol açıyor. Kullanılabilir bilgiye dönüşmüyor çünkü.

Hangi alanlarda yayın yapıyorsunuz?

Bugüne kadar arkeoloji, sanat tarihi ve bunlarla yakından ilgili, antropoloji, arkeometri, jeoarkeoloji, Bizantinoloji, epigrafi, paleografi, Eski Anadolu dilleri, Eskiçağ tarihi, etnoarkeoloji, klasik filoloji, mimarlık tarihi, şehircilik, müzecilik, folklor, etnografya, nümizmatik, restorasyon-konservasyon, tarihî coğrafya bilim dallarında binlerce yayın yaptık. Dergiyi başlangıç kabul edersek 44, kitapları hesap edersek 40’ıncı yılımızdayız. Her yayınımız bir maceraydı ama benim için anlamlı olan dergiyi ve yayınları kırk yıl boyunca sürdürebilmekti. Bunu başarmanın gururu içindeyiz. Türkiye’nin bu alanlardaki ilk özel yayın kuruluşu olma özelliği de Arkeoloji Sanat’a ait.

Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >

Yazıya Yorum Ekleyin

* Takma ad kullanabilirsiniz

* Yorumunuzda görülmeyecektir

 Evet   Hayır* Her defasında yeniden girmemeniz için