Blog
Soyu Tükenmiş İnsan Türlerinin Genetik Mirası Ortaya Çıkıyor
Bilim insanları antik DNA parçalarını bir araya getirme konusundaki yeni ve hızla gelişen becerilerini kullanarak antik kuzenlerimizden miras kalan özelliklerin hala bizimle olduğunu keşfediyor.
Sıla Eyler - www.arkeofili.com
Bilim, Neandertaller ve Denisovalılar gibi soyu tükenmiş kuzenlerimizin bize bıraktığı genetik mirası ortaya çıkarıyor.
Yaklaşık 400.000 ila 40.000 yıl önce Avrasya’da yaşayan bir Homo neanderthalensis’in rekonstrüksiyonu. C: AP
Neandertaller hala içimizde yaşıyor. Bu eski insan kuzenleri ve Denisovalılar olarak adlandırılan bir diğer grup, bir zamanlar erken Homo sapiens atalarımızla birlikte yaşadılar. Birbirlerine karıştılar ve çocuk sahibi oldular. Yani kimliklerinin bir kısmı asla yok olmadı. Onları genlerimizde taşıyoruz. Ve bilim, bu genetik mirasın bizi ne kadar şekillendirdiğini ortaya çıkarmaya başlıyor.
Bilim insanları antik DNA parçalarını bir araya getirme konusundaki yeni ve hızla gelişen becerilerini kullanarak antik kuzenlerimizden miras kalan özelliklerin hala bizimle olduğunu keşfediyor. Bu özellikler doğurganlığımızı, bağışıklık sistemimizi, hatta vücudumuzun COVID-19 virüsü ile nasıl başa çıktığını etkiliyor.
Rice Üniversitesi arkeologlarından Mary Prendergast, “Genetik mirası taşıyoruz. Bunun vücudumuz ve sağlığımız için ne anlama geldiğini öğreniyoruz” diyor.
Yalnızca geçtiğimiz birkaç ay içinde araştırmacılar, Neandertal DNA’sının insanlarda görülen ciddi bir el hastalığına, insanların burun şekline ve diğer çeşitli insan özelliklerine bağlı olduğunu ortaya çıkardı. Hatta bir araştırma, Neandertaller ve Denisovalılar tarafından taşınan bir geni farelere ekleyerek biyolojileri üzerindeki etkilerini inceledi. Deneyin sonucunda bu genin farelerde daha büyük başlara ve fazladan bir kaburgaya sahip olmaya neden olduğu görüldü.
İnsanlığın yolculuğunun büyük bir kısmı gizemini koruyor. Ancak İsveç’teki Karolinska Enstitüsü’nden Dr. Hugo Zeberg, yeni teknolojiler, araştırmalar ve iş birliklerinin bilim insanlarına “Biz kimiz? Nereden geldik?” gibi temel ancak evrensel soruları yanıtlamaya başlamalarına yardımcı olduğunu söylüyor.
Ve cevaplar derin bir gerçekliğe işaret ediyor: Soyu tükenmiş kuzenlerimizle düşündüğümüzden çok daha fazla ortak yönümüz var.
İçimizdeki Neandertaller
Yakın zamana kadar antik insanlardan kalan genetik miras tam olarak görülemiyordu. Çünkü bilim insanlarının elindeki bilgiler sadece kemiklerin şekil ve büyüklüğünden elde edebildikleriyle sınırlıydı. Ancak Nobel ödüllü Svante Paabo tarafından gerçekleştirilen ve ilk kez bir Neandertal genomu bir araya getirilerek yapılan antik DNA üzerindeki çalışma sürekli keşif akışını başlattı.
Antik DNA’yı bulma ve yorumlama konusundaki gelişmeler, bilim insanlarının zaman içinde genetik değişiklikleri görmelerine olanak tanıdı. Bu gelişmeler, insanların çevre koşullarına daha iyi uyum sağlamak veya tamamen rastgele meydana gelen gen değişiklikleriyle başa çıkmak için nasıl evrildiğini anlamamıza yardımcı oluyor.
Hatta günümüzde farklı bölgelerde yaşıyor olsalar bile insanların atalarımızın karşılaştığı antik akrabalarından ne kadar genetik malzeme taşıdıklarını anlamak mümkün hale geldi.
Araştırmalar, bazı Afrika popülasyonlarının neredeyse hiç Neandertal DNA’sı taşımadığını, Avrupa veya Asya kökenlilerde ise bu oranın yüzde 1 ila 2 arasında olduğunu gösteriyor. Denisovalı DNA’sı ise dünyanın pek çok yerinde neredeyse hiç tespit edilemezken, Yeni Gine’den Fiji Adaları’na kadar uzanan Melanezya’daki insanların DNA’sının yüzde 4 ila 6’sını oluşturuyor.
Bu, çok gibi görünmeyebilir, ancak toplamda etkili oluyor. Paabo ile yakın iş birliği içinde olan Zeberg, “Neandertal genomunun yarısı, modern insanlar arasında dağılmış küçük parçalar halinde hala mevcut.” diyor.
Bu durum, bizi gerçekten etkileyebilecek düzeyde. Bilim insanları henüz bu durumun bizi tam olarak ne kadar etkilediğini bilmiyorlar. Ancak bize hem yardımcı olabileceğini hem de zarar verebileceğini öğreniyorlar.
Örneğin, Neandertal DNA’sının Graves hastalığı ve romatoid artrit gibi otoimmün hastalıklara bağlandığı görüldü. Homo sapiens Afrika’dan çıktığında, Avrupa ve Asya’daki hastalıklara karşı bağışıklığı yoktu. Ancak halihazırda orada yaşayan Neandertaller ve Denisovalılar bu bağışıklığa sahipti.
Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde insan evrimi araştırmacısı olan Chris Stringer, “Bu insanlarla çiftleşerek bağışıklık sistemlerimiz için hızlı bir çözüm elde ettik. Bu 50.000 yıl önce iyi haberdi. Bugün elde ettiğimiz sonuç ise, bazı insanlar için bağışıklık sistemimizin aşırı hassas olduğu ve bazen kendi vücuduna saldırdığı yönünde.” diyor.
Smithsonian Enstitüsü insan kökenleri programının direktörü Rick Potts’a göre, benzer şekilde, Avrasya’daki Neandertal’lerden geçtiğine inanılan ve kan pıhtılaşmasıyla ilişkilendirilen bir gen “Pleistosen’in karmaşık dünyasında” insanlara faydalı olmuş olabilir. Ancak günümüzde bu gen yaşlı yetişkinlerde felç riskini artırabilir. Potts şöyle diyor: “Evrimde her faydanın bir maliyeti vardır.’’
2020 yılında Zeberg ve Paabo’nun yaptığı bir araştırma, şiddetli geçen COVID-19 için önemli bir genetik risk faktörünün Neandertal’lardan miras kaldığını gösterdi. Zeberg bulguyla ilgili olarak, “Bunu Neandertal genomuyla karşılaştırdık ve mükemmel bir eşleşme ortaya çıktı. Koltuğumdan düşecek gibi hissettim.” ifadelerini kullanıyor.
Araştırmacılar, bir sonraki yıl Neandertallerden miras kalan tek bir kromozom boyunca bir dizi DNA varyantının tam tersi bir etkiye sahip olduğunu buldu: insanları şiddetli COVID’den korumak.
Liste uzayıp gidiyor: Araştırmalar, Neandertal genetik varyantlarını deri ve saç rengi, davranışsal özellikler, kafa şekli ve Tip 2 diyabet ile ilişkilendirdi. Bir çalışma, diğerlerine göre daha fazla ağrı hisseden kişilerin genellikle bir Neandertal ağrı reseptörü taşıdığını buldu. Başka bir çalışma ise Avrupa’daki kadınların üçte birinin progesteron hormonu ile ilişkilendirilen bir Neandertal reseptörünü miras aldığını buldu. Bu da artmış doğurganlık ve daha az düşük yapma riski ile ilişkilendiriliyor.
Denisovalılardan gelen genetik mirasımız hakkında ise çok daha az bilgi mevcut. Ancak bazı araştırmalar onları yağ metabolizması ve yüksek rakımlara daha iyi uyum sağlama konusundaki genlerle ilişkilendiriyor. Chicago Üniversitesi’nde insan genetiği uzmanı olan Maanasa Raghavan, günümüzde düşük oksijenli ortamlarda yaşamaya ve gelişmeye devam eden Tibetlilerde Denisovalı DNA’sının bir kısmının bulunduğunu söylüyor.
Üstelik bilim insanları, modern insanların genetik kodlarının içinde henüz keşfedilmemiş “hayalet topluluklar”ın varlığına dair kanıtlar bile buldular.
Peki, Neden Biz Hayatta Kaldık?
Potts, ‘‘Önceleri, modern insanların hayatta kalma hikayesi her zaman “bir başarı, hatta neredeyse bir kahramanın hikayesi gibi” anlatılırdı. Bu anlatıda, Homo sapiens diğer doğal dünya canlılarının üstesinden gelir ve kuzenleri olan diğer insan türlerinin “yetersizliklerinin” üstesinden gelirdi’.’ diyor.
‘’Ancak, bu basitçe doğru bir hikâye değil.”
Homo sapiens Afrika’yı terk ettiğinde Neandertaller ve Denisovalılar binlerce yıldır zaten varlardı. Bilim insanları daha karmaşık davranışlara ve üstün teknolojiye sahip olduğumuz için bizim kazandığımızı düşünüyorlardı. Ancak son araştırmalar Neandertallerin de konuştuğunu, ateşle yemek pişirdiğini, sanat eserleri yaptığını, sofistike aletlere ve avlanma davranışlarına sahip olduğunu ve hatta makyaj yapıp takı taktığını gösteriyor.
Artık birçok teori, hayatta kalmamızı uzaklara seyahat etme becerimize bağlıyor.
Zeberg bununla ilgili olarak, “Tüm dünyaya yayıldık, bu diğer formların yaptığından çok daha fazla” diyor.
Neandertaller soğuk iklimlere özel olarak uyum sağlamış olsalar da Potts’a göre, Homo sapiens’de tropikal Afrika’da ortaya çıktıktan sonra farklı iklimlere yayılabilme yeteneğine sahipti. Araştırmacı, “Kültürel olarak dünyadaki birçok yere uyum sağlayabilen bir türüz.” yorumunda bulunuyor.
Almanya’daki Max Planck Jeoantropoloji Enstitüsü’nde arkeolog olan Eleanor Scerri, Neandertallerin ve Denisovalıların kuzeyde tekrarlanan buzul çağları ve onları küçük alanlara hapseden buz tabakaları gibi sert koşullarla karşı karşıya kaldıklarını; bunun da onları muhtemelen küçük alanlara hapsettiğini söylüyor. Bu gruplar daha küçük nüfuslar halinde yaşadılar ve genetik olarak çökme riskleri daha yüksekti.
Buna ek olarak, Prendergast şunları söylüyor: Bizim daha çevik ve verimli vücutlarımız vardı. Çekik yapılı Neandertallarin beslenmesi, ince yapılı Homo sapiens’lere göre çok daha fazla kalori gerektirir, bu yüzden Neandertallerin yaşamak ve özellikle yiyecek azaldığında hareket etmek konusunda daha fazla zorluk yaşadığı anlamına gelir.
Kanada Tarih Müzesi’nde fiziksel antropoloji küratörü olan Janet Young, antropolog Pat Shipman’ın kitaplarından birinde paylaştığı, köpeklerin hayatta kalmamızda büyük rol oynadığına dair ilgi çekici bir başka hipoteze işaret etti. Araştırmacılar, Homo sapiens yerleşimlerinde evcilleştirilmiş köpeklerin kafataslarını daha önce kimsenin bulamadığından çok daha eski zamanlara tarihledi. Bilim insanları köpeklerin avlanmayı kolaylaştırdığına inanıyor.
Yaklaşık 30.000 yıl öncesine gelindiğinde Dünya’daki diğer hominin türleri yok oldu ve Homo sapiens ise ayakta kalan son insan türü olarak kaldı.
Etkileşim ve Karışım
Yine de her yeni bilimsel keşif, antik kuzenlerimize ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu gösteriyor.
Wisconsin-Madison Üniversitesi’nde paleoantropolog olan John Hawks, insan evriminin “en uygun olanın hayatta kalması ve yok olma” ile ilgili olmadığını söylüyor. Aslında bu “etkileşim ve karışım” ile ilgili.
Bilim insanları, bilim her geçen gün ilerledikçe, antik yaşamlara ait izlerden giderek daha küçük bilgiler çıkarmalarına izin verecek şekilde daha fazla şey öğrenmeyi bekliyor. Bugün bilim insanları fosiller mevcut olmasa bile eski insanların yaşadığı toprak ve sedimentlerden DNA’yı çıkarabiliyor.
Ve daha fazla bilgi edinmeyi umdukları dünyada daha az keşfedilmiş yerler var. Zeberg, biyolojik örnekler toplayan “biyobankların” daha fazla ülkede kurulacağını söylüyor.
Bilim insanları, insanlığın genetik mirasına daha derinlemesine indikçe, antik kuzenlerimizle ne kadar çok karıştığımızın ve bize bıraktıkları her şeyin daha fazla kanıtını bulmayı bekliyor.
“Belki de” diyor Zeberg, “onları o kadar farklı görmememiz gerekiyor.”
The Associated Press. 25 Eylül 2023.
Bu yazı hakkında yorum bulunamamıştır. İlk yorumu siz ekleyebilirsiniz >